Serin bir yolda yürüyeceğim, henüz yıkanmış çamaşırları asacağım balkona, buram buram temizlik kokacak bütün çiçekler.
Toprağımda bir orman bitecek ve ben şarkılar söyleyip şiirler
okuyabilmenin mutluluğu ile ağlayacağım, gülerek.
Serin bir yolda yürüyeceğim, henüz yıkanmış çamaşırları asacağım balkona, buram buram temizlik kokacak bütün çiçekler.
Toprağımda bir orman bitecek ve ben şarkılar söyleyip şiirler
okuyabilmenin mutluluğu ile ağlayacağım, gülerek.
Üniversitemizde bu yıl ikinci kez düzenlenen ve dereceye
giren eser sahiplerinin ödüllendirildiği Yaşar Üniversitesi Şiir ve Öykü
Yarışması’nda ödüle layık görülen eser sahiplerini daha yakından tanıyor, şiir
ve öyküleri kendi seslerinden dinliyoruz.
Program dizisinin bu haftaki konuğu, yarışmaya “Her Yer Her
Yerde” adlı öyküyle katılarak öykü kategorisinde 1. olan, Emrah Sağlam.
Kötü şarkılar
söyleyen bir adamdan başkası yok bu evde.
Dur, ağlatma.
Suyla karışınca beyaz oluyorum.
Yatağına uzandığında fark
ediyor perdeyi tam örtmediğini. Ayağa kalkıyor, ortadaki yarıktan sokağa
bırakıyor bakışlarını. Karşı evlerden gözlerine sızan ışıklar içini acıtıyor. Bir
sürü yaşam var buralarda, bir sürü hayat. Herkesin elinde başka bir el.
Uyuyunca bir ihtimal güzel bir rüya görüyorsun. İyi
geliyor... Beni sana getiriyor. Her şey çok yavaş gözüküyor, ama öyle
değil. Hızla akıyor zaman. Dün duraksatıyor beni. Pencere kenarına çektim
yatağımı, çiçeklere su verdim. Hep kötü olacak değil ya, bu defa aramızdaki
mesafenin kederini dökelim gökyüzüne. Kim bilir seninle aynı uykunun eşiğinde
terimiz karışır birbirine.
Sahi Buğra, bunlar da olmasa, nasıl katlanacağız hıncına
esir olduğumuz bunca şeye?
ོ cevabını bekliyorum.
Görüşmek üzere.
Evin dağınıklığından çok yoruldum, temizlesem ne fayda
ertesi gün aynı manzara ile karşı karşıyayım. Öfkeyle ortalığı toplamaya
çalışırken çekmecesinin açık olduğunu fark ediyorum. Dörde katlanmış bir kâğıt.
Okuyup okumamak arasında kalıyor, en sonunda başlıyorum okumaya…
“Kedere ve yağmura yazıyorum. Ezan sesine, kilise çanlarına, inanılan bir şeylere... Kadere!
Boyumu aşan laflar bırakıyorum buraya, bu konuda herhangi bir eğitimim olmadığını ekleyerek…
Hani tecrübelerini paylaşmak denir ya, ondan sayın. Haddimi aşarsam af ola.
Balonlarım kaçtı diye ağlayacağım sokaklarda, kötü top oynuyorum diye beni aralarına almayan bebelerin topunu çivileyeceğim, bana çirkinsin diyen o kendini beğenmiş kızın yüzüne bakmadan çekip gideceğim, komşunun camına taş attım diye babamdan bir sürü zılgıt yiyeceğim. Kötü olan ne varsa yaşadığım bu hayatta hepsini düşüneceğim akşam başımı yastığa koyduğumda.
ANLAMIYORSAN, ANLAMI YOK...
Az sakin.
Sizi çok mühim biriyle tanıştıracağım.
Cesarete silah kuşananlar tutkularını
giyinmişlerdir üzerine. Zira tutku, cesaretin kılıcı.
Yaşamak; tutkulardan var olma biçimi, hayat da
tutkulardan yapılmış geniş bir zaman dilimi.
Tutkular için var olmayacaksak, niye varız
öyleyse?
Bir yazara sorulacak en vasat sorudan bahsedeceğim...
Özle diyor, beni özle.
Saçlarımı, boynumun
kokusunu, karşında zangır zangır titreyişimi.
Umursamazlığını senin.
Yüzüm
dümdüz. Ağzım, burnum, kaşlarım… Öfkemi döküyorum; anneme, babama,
arkadaşlarıma, siyasilere, ki bu çağda en çok siyasilere… İnsanı
inanmaktan iğrendiren herkese ve her şeye.
Telefon
elimde, sosyal medyada dolanıyorum. Aklım pazar yeri, kalbimin atış hızı
belirsiz. “Tüm sıkıntılardan seni kurtaracak mucize” başlıklı bir gönderi
çıkıyor karşıma. Birkaç tel kalmış saçım, alnımı kaşıyor. Videonun sesi sonuna
kadar açık, “ölüm var” diye bağırıyor, yirmili yaşlarda, gözleri kendinden
sürmeli, yakışıklı bir oğlan. Kirpiklerime karanlık düştüğünde, gördüklerim
gerçeğin içyüzü. Uzun zamandır bu kadar derin uyuduğumu
hatırlamıyorum. Sürekli akan bir ırmağa bakar gibiyim.
Dahası,
artık ağlamıyorum.
Çünkü
yüzümde, yanılmaktan ıslanmamış tek hücre yok.
Bildin
mi…
Günün yorgunluğunu bir türlü atamıyorum üzerimden, gönül yorgunluğum da eklenince hayli kötü hissediyorum. İçimdeki sıkıntıyı bir yere bırakıp taş değirmende öğütülmüş bir Türk kahvesi diye diye yöneliyorum mutfağa. Keskin kokusunu hissettikçe, minik tebessümler dudaklarımda. Aynı zamanda dünyanın en uzun koridorundan geçiyorum sanki, o kadar bitik vaziyetteyim.
Koku.
Kokular. Hızla yönüm banyoya çevriliyor, üzerimdekilerden kurtuluyorum.
Gömleğimin yakalarını açıyor, kravatımı fırlatıyorum yatak odasına. Kısa şort,
bağrımı açtığım beyaz gömlek. Ne kombin ama.
Paniklemiş bir ses tonu uyuşturuyor kulağımı.
Anneannen
çok hasta, çık gel, her yer her yerde… Ev sahibi evden atacakmış, haklılar da o
kadar kötü.
Peki
deyip kapatıyorum telefonu.
Bavulumu
gerekli gereksiz şeylerle doldurup koyuluyorum yola. Hareket saatine bir
saatten daha uzun bir vakit ayırmış kader. Bozuluyorum. Virüs belasına oturacak
yer yok zaten.
Dayanamayıp
çömeliyorum kaldırımın dibine. Yeni aldığım kitabımı çıkarıyorum çantamdan.
“Aynı
şeyleri yinelemek öldürüyor beni. Sirkeli suda büzüşen ellerimi yıkarken her
seferinde. Bundan böyle hepsi bu mu yani diye soruyorum kendime. Bırakın
bahçenin sonundaki uzun çimenlerin üstüne uzanayım. Hayatımın geri kalanını
uyuyarak geçireyim.” *
Yara İzleri Juan Jose Saer tarafından yazılıp dilimize ilk Gökhan Aksay tarafından çevrildi. Orijinal ismi Cicatrices olan bu kitap 2020 yılında Jaguar Yayınları etiketi ile raflardaki yerini aldı. Kapak görüntüsüyle, dikkat çeken sade bir çalışma. Kitabı bitirdiğinizde, üzerindeki dört izin, romanının ana karakterlerini temsil ettiği hissine kapılıyorsunuz. Hem ilk algı hem de sonradan bıraktığı bu duyguyla yaratıcılığın böylesi güzel kullanılması, sevilesi.