Paniklemiş bir ses tonu uyuşturuyor kulağımı.
Anneannen
çok hasta, çık gel, her yer her yerde… Ev sahibi evden atacakmış, haklılar da o
kadar kötü.
Peki
deyip kapatıyorum telefonu.
Bavulumu
gerekli gereksiz şeylerle doldurup koyuluyorum yola. Hareket saatine bir
saatten daha uzun bir vakit ayırmış kader. Bozuluyorum. Virüs belasına oturacak
yer yok zaten.
Dayanamayıp
çömeliyorum kaldırımın dibine. Yeni aldığım kitabımı çıkarıyorum çantamdan.
“Aynı
şeyleri yinelemek öldürüyor beni. Sirkeli suda büzüşen ellerimi yıkarken her
seferinde. Bundan böyle hepsi bu mu yani diye soruyorum kendime. Bırakın
bahçenin sonundaki uzun çimenlerin üstüne uzanayım. Hayatımın geri kalanını
uyuyarak geçireyim.” *
Etraftan gelen sesleri duymazdan gele gele anlamaya çalışıyorum yazılanları. Karakterler, olaylar, koskoca metin, aklım darmadağın. Otobüse bindiğim zaman da değişen pek bir şey yok. Gözlerimi açmamak için direniyorum. İçimde bir titreme. Karışıyorum yola.
Birkaç
saat sonra İstanbul yolu üzerinde iniyorum, buradan karşıya geçince bir beş
dakika kadar yürüyünce varırsın köye diyor muavin.
Gün
kararmak üzere. Çocukluğum, gezdiğim caddeler canlanıyor gözümde. İndiğinde
birine sor gösterirler evi demişlerdi. Gerek kalmıyor. Yıllar öncesine
dönüyorum. Havuzlu kahve, belediye, kiremit yol, kuru dere. Hepsini
hatırlayıveriyorum birden. Hatta yıkılmış kerpiç evlerin yerinde şimdi kimlerin
olabileceğini bile.
Elimde
küçük bir valiz bir de sırt çantam haber ediyor yabancılığımı. Kime baktın,
nereyi arıyorsun gibisinden bir şey soruyor bir adam.
-Koreli’nin
torunuyum ben, yeni evini arıyorum.
-Ha
şuradan yukarı doğru çık sarı tek katlı bina.
Eyvallah
diyor merdivenleri saya saya yürüyorum. Yıllar önce kafama atılan
anahtar geliyor aklıma.
Ah
annem, sen olmasan göreceğim güzellik yok benim. Sen olmasan tahammül eder
miyim bunlara.
Kral
soyundan biri gelmiş gibi karşılanıyorum. Sini sini yemekler. Odun ateşinde çay
sevdiğim dahi unutulmamış, üstüne teneke kebabı yapıyoruz. Bahçedeki tavuklar,
köy havası iyi hissettiriyor bir süre sonra. Çok uzun zamandan beridir deliksiz
uyuduğumu da hatırlamıyorum üstelik.
Sabah
ezanıyla birlikte anneannemin evine doğru gidiyoruz. Kapıyı çalıyorum.
Sesleniyorum. Cama vuruyorum. Her yer sanki duvar.
Duvarlar
yıkıldığında hakket duvarlar üzerimize yıkılmış gibi. Salonun içi çalı çırpı
odun... İçerideki kokudan berbatını daha önce duymuş olamam. Adım atacak yer
yok.
Kapının
önüne Ali Rıza amcanın traktörünü çekip tam beş römork çöp atıyoruz iki odadan.
Akşamları
başımı yastığa koyduğumda üzerimden atlayan fareler uzun süre yakamı
bırakmayacak gibi.
Karışık
metinler kurgulamıyorum kafamda, öylece dümdüz içimden geldiği gibi
davranıyorum. Sinirden ağlamamak için şakaya vuruyorum her şeyi. Başka türlü
tahammül etmek mümkün olmazdı sanırım.
Bunca
yılın, bunca şeyin ağırlığı yüklü omuzlarımda. Kimi vakit bırak git diyesim
geliyor, sonrasında, anne işte… İnsanın kırmızı çizgisi.
Benim
tüm renklerim.
Çöplerin
arasından bulduğum fotoğrafların verdiği iyi hisleri anlatamam, annemin
bakırdan kolyesini, küpesini, bileziğini bulduğumda duyduğum sevinci…
Çeyizini
fareler yemiş.
Annemin
çeyizini farelere layık görmüş annesi.
Bir
iğne almadan gittiği baba evine, yıllar sonra ben gönderiliyorum sanki, hepsi
emanetim.
Köyden çıkmadan mezarlığın önünden geçiyoruz. Dedemin mezarı nerede diyorum, gösteriyorlar. İki dakika bekler misiniz deyip iniyorum arabadan.
Değer mi diyorum bunca dünya telaşına, çektirdiğiniz bunca acıya…
Geri döndüğümde bir şeyler söylüyorlar ama hiçbirini duymuyorum.
Yıllar
öncesine ait olanları uğurluyorum, bir anlamda veda ediyorum hepsine.
Kaybedilmiş
akla olan öfkemi, gömüyorum toprağa.
Annem
hatırına.
*Su
Kürü - Sophie
Mackintosh