Dur. Ağlatma, suyla karışınca beyaz oluyorum.
Evin dağınıklığından çok yoruldum, temizlesem ne fayda
ertesi gün aynı manzara ile karşı karşıyayım. Öfkeyle ortalığı toplamaya
çalışırken çekmecesinin açık olduğunu fark ediyorum. Dörde katlanmış bir kâğıt.
Okuyup okumamak arasında kalıyor, en sonunda başlıyorum okumaya…
“Kedere ve yağmura yazıyorum. Ezan sesine, kilise çanlarına, inanılan bir şeylere... Kadere!
Geçmişle ilgili şeyleri yavaş yavaş unutacağımı
söylüyor doktorlar. Her şeyi unutmayı göze alıyorum da okuduklarımı ve
yazdıklarımı unutacak olmak koyuyor. Bazı şeyler dilimdeki yara gibi,
konuştukça acıyor.
Masanın üzerine yığılmış kitaplar, yazmaya başladığım
ama bitiremediğim metinlerle dolu etraf. Bir türlü dikkatimi toplayamıyor, çok
şey yapmak istiyor, hiçbir şey yapamıyorum. Kalbim aklımla bütünleşmiş,
karmakarışık, ikisinin de nerede olduğuna dair bir fikrim yok. Bunların
geçeceğini söylüyor içimdeki ses, içimdeki ses, çok kalabalık, o kadar uzun
süredir söylüyor ki bunu, artık tekrar okuyabileceğime ve sayfalarca
yazabileceğime inanmıyorum. Aynaya bakıyorum, gözlerimin altındaki renklere,
çizgi çizgi. Her çizginin ben de bir hikâyesi var, her hikâyenin de bir
çizgisi, o çizgiden yürüyorum, kimseye anlatamıyorum. Tam anlatmak istediğimde,
sertçe kavrıyor belimden. Belki, yazmaya başladığım bir iki metni
bitirebiliyorum, hepsi o kadar. Anlık, iyi hisler. Kendimi zorluyorum, evet
bunun farkındayım. Çünkü sadece, ben olmak istiyorum.”
Notu okur okumaz apar topar üzerimi değiştiriyor gün
içinde uğradığı kitabevinde buluyorum kendimi. Evdeki dağınıklık yetmiyormuş
gibi, tüm parasını kitaplara harcayan birinin sevgilisiyim. Buna şükür mü
etmeli sinir mi olmalı henüz onu kestirebilmiş değilim. Dar koridorları
aştıktan sonra, köşede duran masaya doğru ilerliyorum. Beni görünce şaşırıyor
ve sen buraya pek gelmezdin diyor. Yazdıklarını koyuyorum önüne. Uzun bir
sessizlik çöküyor, yüzünde panikle harmanlanmış bir titreme, boynu sağa sola
dönüyor, ne diyeceğini şaşırırcasına evet tam olarak böyle. Bana kızıyorsun ama
ben kitaplarım ve metinlerim olmadan yaşayamıyorum diyor. Söylediği şey o kadar
samimi geliyor ki, an itibarıyla utanıyorum kendimden. Sevgilimi hiç anlamamış
olmanın hüznü çöküyor, masanın üzerinden, rafların arasına ve oradan yerdeki
parkelere kadar, sızıyor, sızlıyor. Kalakalıyorum…
Dudaklarından dökülen harflerin her biri yangın yeri,
yandığı her yerde izler bırakacak elbet. Burada oturabilir miyim diyorum, tabii
diyor. Çay istiyoruz, kaşık bardağa çarpmasın diye şekersiz içiyorum. Bir
kitabı alıyor, birkaç sayfa okuyup diğerine geçiyor. Saatler böyle akıp
gidiyor, hiç sıkılmadan onu öylece izliyorum.
Zaman zaman gözlerimi kapatıyor bana sarıldığı
vakitleri geçiriyorum aklımdan, anlattığı binlerce hikâye varmış, meğer neler
söylemiş bana dokunurken de duymamışım. Yazık, çok yazık gerçekten…
Onu anlamaya çalışmak bu kadar zor değildi.
Farkındayım ki o notu bulmasam hala kavga ediyor olacaktık. Kurduğu düşleri
yıkacaktım her gün.
Okur gibi yapacağı hiçbir şey kalmadığında, kalkalım
mı diyor. Kalabalık bir sokağın içine karışıyoruz. Koluna giriyor saatlerce hiç
konuşmadan yürüyorum. Söylemek istediklerim var elbet, ama şimdi değil, bu
kadar anlamışken susmak en güzeli gibi geliyor. Etraftaki vitrinlere bakıyoruz
boş gözlerle. Sokağın sonuna gelmeden bir mobilya mağazası çıkıyor önümüze.
Çekiştire çekiştire sokuyorum içeriye. Biz kocaman ama kocaman bir kitaplık
almak istiyoruz. Benim sevgilimin çok kitabı var ama onları dizecek rafı
kalmadı. Gösteriyorlar, hangisini alalım diyorum, cevap vermiyor. En büyük
olanı seçiyorum ben de.
Birlikte tüm kitapların tozunu alıyoruz,
tamamladığımızda gelmiş oluyor mobilyacılar. Hepsini raflara yerleştirdikten
sonra vitrin olan bölüm boş kalıyor. Buraya aksesuar dizebileceğimi söylüyor,
hayır, diye karşılık veriyorum. Bu vitrine Hasan Ali Toptaş ve Bilge Karasu
kitaplarını dizeceğiz. Hatta sevdiğin dergileri bile koyacağız. En kıymetli
aksesuar onlar. Mutluluğunu okuyorum gözlerinden, aynı zamanda yorgunluğunu da.
Odaya götürüyor ve biraz uyumasını istiyorum. Başını yastığa koyar koymaz
uykuya dalıyor canımın içi.
Sevgilimi mutlu etmek hiç zor değilmiş aslında, bize
aylardır eziyet ediyormuşum. Baksana bir kitaplıkla çözülecekmiş meğer evdeki
dağınıklık sorunu, ah kafam… Ne diyeyim ben kendime. O uyurken mutfağa
geçiyorum, annemle sardığımız dolmaları çıkarıyorum dolaptan. Uyandığında en
sevdiği yemekler dizilmiş olsun istiyorum masada. Manzara da tam onun istediği
gibi, sağı solu hep sevdiği şeylerle dolu. Evi de temizledim üstelik. Oh…
Tüm işler bittikten sonra üzerimi değiştirip yanına
uzanıyorum. Gözlerinin morardığını, saçlarının iyice seyreldiğini fark ediyor
ürperiyorum. Tam o an, söz veriyorum kendime, bundan sonra daha anlayışlı biri
olacağım, hatta şartlar ne olursa olsun kavga etmeyeceğim, hiç sesimi
yükseltmeyeceğim, sevgiyle aşacağım her şeyi.
Aklımdan bunlar geçerken kıpırdanmaya başlıyor.
Başını tutuyor. İyi misin diyorum. Cevap
vermiyor.
Şakakları kıpkırmızı. Başını tutuyor sadece. Doktor
çağıralım mı diyorum.
Başım çok ağrıyor. Burası neresi… Sen kimsin
diyor.
Beni, bu evi, hiçbir şeyi hatırlamıyor.
Ben de unutmak istiyorum her şeyi, en çok ama en çok
kendimi.
Sevgilim...
Adımla çağır beni…